Berlin’de iki gün
Sıcak bir yaz günü Berlin’in Tegel Havalimanı’na inerek kısa Berlin gezimize başlıyoruz. Şehir merkezine giden otobüse binerek, otelimizin de bulunduğu en işlek meydanlardan biri olan Alexanderplatz’a gidiyoruz. Ben gece nöbetinden çıktığım için biraz yorgunum ama güneşli hava enerjimi arttırıyor ve çantaları odaya bıraktığımız gibi dışarı çıkıyoruz. İlk hedefimiz Berlin Duvarı.
Elimizdeki şehir haritasında “East Side Gallery” olarak yazdığından doğru yöne yürüdüğümüzden çok emin olmasak da devam ediyoruz. Neyse ki çok geçmeden yanılmadığımızı anlıyoruz. 1961-1990 yılları arası, şehri doğu-batı olarak ayıran Berlin Duvarı, “Utanç Duvarı” olarak da biliniyor. Şu anda sadece kalıntıları bulunan duvarın üstü, birçok sanatçının elinden çıkmış rengarenk resimlerle süslü. Görülmesi gereken bir yer.
Duvar boyunca yürüdükten sonra nehir kenarına iniyor ve manzarayı izleyerek şehrin sembollerinden olan Oberbaum Köprüsü’ne doğru yürüyoruz. Nehirde, gençlerin çok rağbet ettiği tekne-hosteller gözümüze çarpıyor. Köprünün müthiş akustiğinden faydalanan bir sokak müzisyenini dinleyerek gölgede soluklanıyoruz.
Sonraki durağımız Türk mahallesi olarak bilinen Kreuzberg oluyor. Geldiğimiz yerin Türk mahallesi olduğunu, üzerinde Türkçe çekim ekleri yazılı olan bir bina gördüğümüzde anlıyoruz. Etraftaki her şey o kadar Türk ki, bir an için Berlin’de olduğumuzu unutuyoruz.Neyse ki, sıradaki ziyaret noktamız Check Point Charlie bize nerede olduğumuzu hatırlatıyor. Burası, bölünmüş Berlin’de kullanılan doğu-batı arası geçiş noktalarından biri. Halen, Amerikan bayraklı askerlerin, turistlerle fotoğraf çektirmek için nöbet tuttuğu bir kulübe var. Pasaportunuz yanınızda ise temsili sınır damgası bastırabiliyorsunuz.
Bu kontrol noktasının üzerinde bulunduğu Friedrichstrasse, kentin en bilinen alışveriş caddelerinden biri. Bu güzel caddenin keyfini çıkararak ilerliyoruz. Berlin, yürüyerek gezmesi keyifli şehirlerden. Hele ki bizim gibi güzel havaya denk gelmişseniz.
Bir süre yürüdükten sonra Berlin’in 3 önemli yapısına ev sahipliği yapan Gendarmenmarkt’a varıyoruz. Fransız ve Alman Katedralleri ile Konser Binası’ndan oluşan kompozisyon mimari harmonisinin mükemmel bir örneği. Akşama bir konsere denk geliriz umuduyla programa bakıyoruz ama ne yazık ki hüsrana uğruyoruz.
Berlin’i bisikletle gezmesi de keyifli. Yollar çok muntazam ve yokuşsuz. Hatta etrafta birçok bisiklet-taksi göreceksiniz, şaşırmayın. Biz yorulmamıza rağmen yolumuza yürüyerek devam ediyor ve Berlin’in en ünlü meydanlarından Potsdamer Platz’a varıyoruz.
Burası, daha çok yeni ve yüksek binaların süslediği bir meydan. Kentin eski kalbi olan meydan II. Dünya Savaşı sırasında neredeyse tamamen yıkılmış, savaştan sonra doğu ile batı arasındaki kentsel arazi durumunda 40 yıldan fazla bir süreyi beklemede geçirmiş, Almanya’nın tekrar birleşmesinin ardından ise, metropolün tam göbeğinde yeniden yapılandırılmış.
Bizim asıl merak ettiğimiz, Naziler tarafından öldürülen Yahudilerin anısına yapılan bir soykırım anıtı olan Holocaust Memorial. 1900 m2’lik bir alanda, değişik büyüklükte 2711 granit bloktan oluşan bu anıt, bizde değişik hisler uyandırıyor.
Anıtın karşısında bulunan şehrin en büyük parkı Tiergarten’in serin yeşilliğini soluyarak Brandenburg Kapısı’na doğru yürüyoruz.
Glenn Meade’in seneler evvel okuduğum ve çok beğendiğim “Brandenburg” isimli romanı yüzünden özellikle merak ettiğim Brandenburg Tor, tahminen Berlin’in en çok turist çeken yapısı. Etrafı o kadar kalabalık ki, düzgün bir fotoğraf yakalamakta epeyce zorlanıyorum. Şehrin en önemli simgesi durumundaki kapının üzerinde, 4 atlı heykelini göreceksiniz. Bu heykel zamanında Napolyon tarafından Fransa’ya götürülse de bu ayrılık çok sürmemiş ve 8 sene sonra geri getirilmiş.
Az ileride Reichtag yani “Parlemento Binası” bulunuyor. Bu binanın en önemli özelliği, cam kubbesi. Güzel bir şehir manzarasına hakim olduğunu duyduğumuz ünlü binaya vakitsizlikten giremiyoruz. Kubbe ve çatı terasını gezmek istiyorsanız 2 gün önceden online kayıt yaptırmayı unutmayın.
Berlin aynı zamanda “Müzeler Şehri” olarak da biliniyor. Hatta dünya çapında ünlü 5 müzenin bulunduğu, UNESCO’nun dünya mirası olarak kabul ettiği Müzeler Adası olarak adlandırılan bir bölgesi bile var. Vaktiniz varsa özellikle Bergama Müzesi’ni ziyaret etmelisiniz. Müze yılda ortalama 1 milyon kişi tarafından ziyaret ediliyor. Müzede zamanında Osmanlı’dan satın alınan bazı parçalara da rastlamak mümkün.
Otelimize doğru dönerken Berliner Dom’u görüyor ve hayran hayran izliyoruz. Bu katedralin önündeki yemyeşil çimenlerde, gençler vakit geçirmeyi çok seviyor gibi görünüyor.
Son bir gayretle Alexanderplatz’a varıyoruz. Bu meydanda şehir manzarasına hakim yerlerden biri olan Televizyon Kulesi de bulunuyor. Gece geç vakte kadar kuleye çıkılabiliyor. Toplamda 368 metre ile Avrupa’nın halka açık gezilebilir en yüksek binası durumundaki TV Kulesi, 1969 yılında Doğu’da daha iyi bir gelecek inşa edildiğini göstermek amacıyla açılmış. Yüksek katlı otelimizin terasından şehri tepeden izleme şansı yakaladığımız için biz kuleyi es geçiyoruz.
Uykusuzluktan artık bayılmak üzere olduğumuzdan, akşam yemeğinden önce otelde bir süre dinleniyoruz. Uyanınca odamızın camından meydanın şenlendiğini görüp aşağıya koşuyoruz. Meydan çok büyük değil ama değişik mutfaklardan birçok yemek tezgahıyla dolmuş ve tüm Berlin sanki burada. Meydanın etrafı rengarenk kova-lambalarla süslenmiş. Biz de kendimize bir yer bulup meşhur Alman sosislerinden yiyoruz. Yemek sonrası yediklerimizi eritmek için kısa bir yürüyüş yapıp Brandenburg Kapısı’nı bir de gece görüyoruz ve ışıklandırılmış haline ayrıca hayran kalıyoruz. Sabah çok erken kalkacağımız için otelimize dönüyoruz.
Sabah ilk işimiz Berlin’in en ünlü alışveriş caddesi olan Kurfürstendamm’a gitmek. “Kudamm” olarak anılan 3,5km uzunluğundaki bulvar Berlin’in en sevilen gezinti güzergâhı. Saat çok erken olduğu için mağazalar kapalı. Küçük bir kafede kahvaltı edip tüm caddeyi yürüyerek Tiergarten’a giriyoruz. İstanbul’da böyle güzel bir parkın neden olmadığına üzülerek, yeşillikler arasından Berlin Zafer Sütunu’na çıkıyoruz. Bu sütunun olduğu cadde bizi tekrar Branderburg Kapısı’na götürüyor ve Berlin’deki son saatimizi, canlı heykellerin süslediği bu kalabalık meydanda birer kahve içerek geçiriyoruz.
Üzerimizde tatlı bir yorgunlukla, daha keşfedecek çok şey barındıran bu şehirden ayrılıyoruz.